22 Haziran 2018 Cuma

         


Önceden; rastladığım, bildiğim, duyduğum, haberdar olduğum her şeyle inanılmaz güçlü bağlar kurardım. Güçlüden kastım bir sosyal medya hesabını sürekli kontrol etmek, hiç tanımadığım birinin övdüğü kitabı alma isteği, önerdiği şarkıyı dinlemek, filmi izlemek zorunda hissetmek. Taraftarı olduğum takımın internetteki bütün içeriklerine reaksiyon göstermek.. Nedir ki yani ? Kime neyi kanıtlıyorum. O insanlar benim beğeni yaparken bir fotoğrafı atladığımı görünce fark edecek de idam mı edileceğim sanki.. Saçmalık

Bu düşünceden yola çıkarak yükümü hafifletme kararı aldım ve aklıma ağırlık yapan ne varsa uzaklaştım. Yürekten bağlı olup, sürekli merak içinde olmadığım, eski aşırı ilgimi kaybeden ne varsa artık yok. 

Biri vardı mesela uzun zaman boyunca takip ettiğim sevdiğim, aynı zamanda bi konuda bilgi kaynağıydı ama yakın zamanda bırakmıştım takibi. Geçenlerde televizyonda görünce bi gülümsedim, gurbette tanıdık bi simaya tesadüf etmiş gibi hissettim kendimi. Böylesi daha hoş, her gün bakmaktansa arada sırada görüyorum işte. 

Zaten gerekliyse o bana denk gelir muhakkak. Arayıp bulma destekçilerinden olsam da genelde, evrene bu konuda biraz güveniyorum.

Önceden binlerce ss olurdu telefonumda "daha sonra bakarım, incelerim, yaparım ederim" diye diye yüzlerce kişi, hayat, fotoğraf, desen, hikaye yük etmişim aslında kendime. Günlük 24 saatim var da sanki hepsinde uyanık, zinde, modumdaymışım gibi.. 

Herkesin her şeyin sırası gelir diyorum kendime bırak aceleyi. Belki o videoyu üç sene sonra izlemen gerekiyodur, o ünlüyü henüz tanımaman, o işe burnunu sokmaman ve o kapıdan girip o yüzleri görmemen.

Minimalizmin değerini burada anlıyoruz. Hayatın her alanında savunucusu olmayı başaramasam da bazı noktalarda bizi ipin ucundan alması gerek. Bunalım yoksa hepimiz, depresyon her yer, tükenmiş ahali.

30 Mayıs 2018 Çarşamba



     Kendi kendime konuşuyorum, ele seviye


Kendime çok şaşırıyorum. Yorucu bi insanım. Bazı takıntı ve huylarımı törpülemeye çalışıyorum ama yine de çoğunda zorlanıyorum. Herkese, her şeye yetişmek zorundayım sanki. Bişeye hevesleniyorum, yapıyorum bi süre sonra sıkılıp bırakıyorum. Buraya kadar her şey normal. Ama sonsuz ihtimalleri düşünmekten vazgeçemiyorum yavaş yavaş kafayı yiyorum. Bi dizi izliyorum, birini tanıyorum onunla alakalı her şey benim sorumluluğumda gibi davranıyorum. Ya bana ne ki? Kim nerde nasıl yaşıyor neler yapıyor beni ne ilgilendirir. Hayat tarzım konusunda ilham alırım diyorum ama bana bi süre sonra yükten başka bir şey olmuyor. Her gün izlemem gereken onlarca instagram storysi, bir sürü tweet var. Neden çünkü kendi kendimi buna mecbur kılmışım. Kimse gelip de bana bunları yapmamı söylemiyor, aksine herkes şimdilerle bunun akıllı bir davranış olmadığını ve sosyal medyanın zararlarını konuşup duruyor. Hesaplarım kendiliğinden kapanınca ne güzeldi. İlk baş üzülmüştüm, keyfimi baya kaçırmıştı ama sonra umursamadım. Demek ki böylesi daha iyiymiş diyerek bıraktım. Binlerce takipçi bana ne sağlıyordu, gereksiz kalabalık. Bilgi edinme amaçlı kullanayım, sadece vizyon sahibi kişiler olsun diyorum ama yok. Yapamıyorum, illa bi şekilde karşıma çıkan o hit’lere bi şekilde kapılıp gidiyorum. Ne yapayım ama , üstün yetenekli oyuncular, muazzam sesler, az görülen sanat ve sanatçılar, her gün yeni bilgiler, haberler derken bi bakmışım bunlardan kayıp tabiri caizse magazinin kucağına düşmüşüz. Nefret ediyorum artık biriktirmekten. Benim en belirgin ve yenmeye çalıştığım karakteristik bir özelliğim ama bu davranış bana resmen ayak bağı. Hiç alakam olmadığı halde defalarca bi yerlere kaydettiğim - ABARTMIYORUM- yüzbinlerce fotoğraf neyi nesi? Kim ayıklayacak onları Bi yerden silip diğerine tıkmak. Tıpkı odanın üzerinden toplayıp dolaba sıkıştırır gibi dijital olan her şeyi telefonlarımdan, bilgisayarlara, onlardan alıp flashlara , yok efendim depolama alanlarına drivelara.. At at bitmez ki. Ya neden yapamıyorum. Anı yaşamıyorum. Her olayı kamerayla ölümsüzleştirme olayını başkalarına bıraktım şükür, keyif almaya bakıyorum ama estetik zevkime hitap eden her şeyi alma, bünyemde saklama ve hatta başkalarına sergileme isteğimle baş edemiyorum. Sanki o “gitsem ne enfes” olur dediğim yerler ekrandan fırlayıp gerçek olacak da ben de ilk uçakla oraya varacakmış gibi davranıyorum. Biriyle ortak sevdiğim bir şey varsa onun hakkında her şeyi o da bilsin, her habere, resme, fikre ulaşsın şahit olsun istiyorum. Kimse benim kadar detaya düşmüyor heyecanlanmıyor da biliyorum. Kimseye kendimi anlatamıyorum. Hoşuma giden şeylerden uzak kalınca mutsuz, eksik hissediyorum ama bu saçmalığa kendimi alıştıran da bizzat benim biliyorum. Oysa başarabilsem ne güzel olacak biliyorum. Tonla insan var interneti minimum düzeyde kullanan. Eminim ki kafaları rahattır. Hem ben eski dönemlerde yaşamak istemiyor muydum?  O zaman var mıydı bunlar hayır, birinin başına bir şey gelse iyi ya da kötü  5 saniye içinde değil de birkaç haftada, ayda duyulurdu. İnsanlar bir ara geldimi konuşmaya meseleler bulunurdu. Şimdiki gibi kimse telefonlarla hayata tutunmuyordu. “Kaçırma” fikrinden uzaklaşamıyorum ben. Aynı “ben gitmedim ya okulda bugün neler neler olmuş” diyen öğrenci gibiyim senelerdir. Sanki ben araştırmasam, bakmasam okumasam çok önemli şeyler kaçıracağım. Hayatım her an değişebilir, bunlara bağlı olarak mı, hadi ordan. Olamaz mı, e oluur. Ama sen bir gün, bir ay, bir yıl müdahil olmadın diye ne olacak, tek noksan sen misin ? Uzaylılar gelirse kaçacağımız yeri planladılar da ondan mı habersiz kaldın sanki. Aman aman.. Pek yazık. Sürekli bu “dönüm noktaları” nın peşinden koşmaktansa sakin olmayı istiyorum. Deniyorum pek başaramıyorum ve bu yüzden sürekli buna benzer yazılar yazıyorum. Hayat biz planlar yaparken başımıza gelenlerdir demeyi öğreniyorum. Her istediğimin, bencilliğimin ve egomun peşinden koşmayacağım. Buna fedakarlıklar yaparak, keyfi isteklerimi susturarak ve bazen haklı olduğum halde kendi içime dert yanarak başlıyorum. İyi mi kötü mi bilmem dengeyi tutturmak istiyorum. Sanırım bunda da ayrıntılar içinde boğulup gideceğim. Hisler, evrenler, soyut mevzular bunların ölçüsü yok ki bi tartısı olsun. Öyle olsa benim de kafam rahat olurdu. Ama yook, düşün düşür dur. Nereye kadar gidebilecekse sanki. Çok mu film izledim acaba da, ben sağıma bakarken solumda cennetlerin kaçacağına, ben otururken ayaktakilerin kurtulacağına veya ben bakarken gözünü kapatmışların mutlu olacağına inanıyorum. Bilmiyorum, sanırım yeşil çay yapmaya gidiyorum

31 mayıs 2018 perşembe saat 01:45

22 Mayıs 2018 Salı




      Rahatsız olduğum çok şey var. Kendi fikirlerime genelde diğer insanlarınkinden çok daha fazla değer veririm. Kendimi bildim bileli tanıdığım “en çok düşünen” insanlardan biriyim çünkü. Kafamın içine yetişemiyorum. Biriken notlar, fotoğraflar, yazılar ve içimdeki fırtınalar da bu sebepten belki. 

 Bir ses duyuyorum, binlerce cümle oluşuyor zihnimde sonra bir şey görüyorum milyonlarcası beliriyor, denk geliyorum hadiselere, düşüncelerimin hızla büyümesini engelleyemiyorum. Unutmaktan korkuyorum. En önemsiz görülebilecek olanından en mühim olanına kadar hepsine tek tek fazlaca önem veriyorum. 

 Bir toz zerresinden, evrene kadar rast geldiğim her “şey”in takipçisi, peşindeki kişi oluyorum. Sonu nereye gider, nasıl biter bilmiyorum ama ufaktan aklımı yitiriyorum. Dümdüz bakamıyorum ben, en ince detaya hep iniyorum, en sorulmazları hep soruyorum. Kime ama, elbette kendime. Beni benden başkasının anlaması mümkün değil çok iyi biliyorum, yine de çoğu kez ümit ediyorum. Belki bir gün, bir gün birileri duyar sesimi. Ben tarifini yapamayacağımız bu kadar kudretli yüzlerce hisle yaşamaktan yoruluyorum çünkü. 
  
  Biri çıkar anlar belki. Ben! Der. “Ben hissediyorum. Deniz dalgalandığında suyun çıkardığı sesi duyuyorum, o kıpırtıda kaybolup gitmek istediğini biliyorum.” İşte o zaman o kişiye daha evvel kimselere duyulmayan minneti duyarım. Belki hiç yapmayacağım şekilde gider, ayaklarına kapanırım. “Ne olursun susma, benim sesim ol. Yardım et bana!”

    İnsanlar basit sanar. Gördüğü kadar dünyayı, insan kuş çiçek böcek taş ev duvar deniz gölge ağaç el ayak.. İbaret değil, bunların hiçbirinden. O marifet sanarak kullandığımız “sonsuz” tabiri de yetersiz. Neyin sonsuz olduğunu dahi bilmiyorsunuz. Düşünmeyi o kıytırık mevzular hakkında birkaç vakit kafa yormak, iki üç cümle etmek sanıyorsunuz. Bu da yetmiyor, meclislerde,kürsülerde,sahnelerde boy gösterip konuştukça kendinizi alkışlattırıyorsunuz.

   İnsan niye yaşar diye sorup her gün cevaplar arıyorsunuz. Biri para uğruna koşup duruyor diğeri sevileyim diye çırpınıyor. Anlasalar aslında ikisi de boşa uğraşıyor. Sınırsız kaynağın, hissiyatın, varlığın yerini bi anlasalar, ah anlasalar.

  Yürürken yolumu kaybediyorum. Biri gelip tarif eder mi, “Bak sen sana benzerini arıyorsun, şu yoldan git” der mi? Demez. Diyecek olsa bu kadar zaman ben tek kalır mıydım. Gözüme baktı mı görecek bir fikir yoldaşım olurdu. Olsa ne hoş ama, tarlada sıcak güneşin altında soluk vermek için durulan ağaç gölgesini anlatırdım. Bulutları değil ona, gökyüzünü evi yapmak isteyen masum masal çocuklarını sorardım. Gülümser anlatırsa benim gibidir, yok şaşırırsa hayal kırıklığım.

18 Şubat 2018 Pazar





      Kendime zaman ayırmam gerek,ciddi manada. Öyle birkaç video izleyip doğaüstü şeyler başarabileceğime inanmak yeterli değil. Kimse oturduğu yerden dünyayı kurtaramaz. Bir yanıp bir sönen o kıvılcımları yakalamak gerek. Tüm pişmanlıkları, kırık yanlarımı, boşa geçen zamanları bırakıp koşmaya başlamak. Kendimi yavaş yavaş da olsa sürratle dönüşmek istediğim kendi "mükemmel"ime eriştirmek istiyorum. Bu bir dilek gibi görünüyor evet. Ama aslında bir zorunluluk. Yaşamın farkına varmak,gücünü artırmak,tüm somutların haricinde bir de soyutlara kulak vermek için bir zorunluluk. 

Hiç kimse hisleri tarif etmez mesela,edemez. Herkesin midesinde uçuşan kelebek başkadır. Dokunursun,kalp atışını hissedersin ama nasıl "yaşadığını" asla bilemezsin. Göz bebeklerine bakarsın insanın, kendince tarif edersin hatta ama daha önce nelere baktı, zihnine kaydedebilmek için nelere uzun uzun seyre daldı anlayamazsın.

"Durumlar başka olsa, her şey farklı olurdu." "Falanca olay olmasa böyle olmazdım" Neden? Neyi elde edince bu rahatsızlığımız son bulacak, şu satırları bile yazarkenki hoşnutsuzluğum ne zaman elvedaya duracak?

Yazmasam kafayı yiyecektim. Kağıtlara sığamıyorum ama asla izahını yapamıyorum. Neyin? Hiçbir şeyin. En ufak çizgilerin nasıl karmaşık şekiller olmaya çığ gibi büyüyerek ilerlediğini görüyorum.
Ana dilimi seviyorum mesela. Ama yetiremiyorum. Hiçbir kelimeyi,hiçbir hece,harf hiçbir alfabeyi kendime tercüman edemiyorum. Lisan öğrenme arzum belki bundandır. Başka seslerde arıyorumdur derdimi. Ortak paydası olan "şey"leri her gördüğümde içimde bir feryat gibi kopan o "kalkıp delicesine koşma" isteğini bastıramıyorum. Gidip nereye yığılayım? Göl kıyısında bir kulubeye mi, mütevazi bir evin çiçekli bahçesine mi? En sevdiğim manzaraları bulayım. Olmadı az gider uz gider dere tepe düz gider Kaf Dağı'nın eteklerine çıkarım. İyisi mi ben kendimi yüzlerce katlı gökdelenlerin tepesinden atayım.


Tüm hakları saklıdır.İzinsiz kopyalanması,kullanılması yasaktır.
Kaynak belirtmeden almayınız.

On Beş Mayıs

  Acaba hakaretsiz kötü sözsüz nasıl yazarım, üslubumu sakin bir ölçüde nasıl tutarım şeklinde uzunca düşündükten sonra konuşmaya karar verd...